Yenildiğini söylüyorlar. Başarısız olduğunu,
hayal ettiğin dünyada yaşayamayacağını, bu gerçeklikten ötede hiçbir şey
olmadığını söylüyorlar. Sınırların ötesinde, başka bir imparatorluk, yıldızlara
bakıyor, hastalıklar üretip, hastalıklar yok ediyor. Oraya gitmeyi hayal ediyor
birileri, ama yolculuklar artık eskisinden daha zor, her nedenleyse.
Sevmek çok zor. Bu günlerde imkânsız. Hem çok
naif, kulağa da oldukça aptalca gelen bir kavram, sevmek. Başkalarını sevmek,
kendinden öte. Her iki kişiden birinin içinde tamamen yabancı, anlaşılmaz bir
dünya yatıyor. Ruhu karartıyor bu düşünce çünkü şeytani bir şeyler yok mu
diğerlerinin aklında? Yargılamıyorlar mı sürekli?
Yargılamamak imkânsız. Gerçeğe ulaşamıyor olduğunu
bilsem bile inançlarımın, tepemde sonsuz acının tehdidi olmadan da, yeterince
gerçek geliyor düşündüklerim. Doğruluk bütünüyle göreceli çünkü deliller her
zaman yetersiz. Her görgü tanığı başka bir şey anlatıyor, bazen konuşuyoruz,
ama gerçekten konuşuyoruz, nadiren. Kendimize dönüyoruz, görecek şeyler bitmiş
gibi. Böylesi daha iyi. Telefonlardan, bilgisayar ekranlarından, belki baktığımızda
gözlerimizi kör edecek kadar parlak bir gerçeğin ışığı yansıyor odalarımıza,
soluk, soğuk, görece, ama deneyimlediğimiz bir şey olmadığı için gerçek,
elimizdekiyle yetiniyoruz. Kendimize döndükçe, söylediklerimiz daha anlaşılmaz
geliyor, söylenen her şey, ufalanıp yok oluyor, daha ağzımızdan çıkmadan.
Seçimler önemli. Sonuçları daha da önemli.
Dinlemeyi seçmek, neden sana hayır dediklerini, neden terk ettiklerini anlamak
için uğraşmak. Neden tanıdığını, sevebileceğini sandıkların bu kadar banal,
kötümser, bencil, ilkesiz görünüyor durduğun yerden? İçinden bir ses, çok küçük
ama yine de orada, daha da bencil, geleceği hesaplamaktan daha da yaşam körü
biri ol diyor. Basit şeyleri sev. Parayı, güvenli hissetmeyi, daha da çoğunu
seç. Hırslan, hızlan, telefonuna kolay yoldan seks yapabileceğin uygulamalar
yükle. Her şeyin ucuzlaşmasını sağla. Zaten yeterince pahalı değil mi
ödediklerimiz? Nefret ettiklerimizin arasından tutunulabilecek bir güzellik
çıkarmanın bedelini ödemek zorundasın.
İtiraf: ben de herkes kadar kötüyüm.
Bak gör Baran, kendini düşünmek zorundasın.
Kendimi düşünmek istemiyorum. Seni düşünmek
istiyorum. Seni zaten düşünüyorum. Sabah kalkıp telefonuma baktığımda güzel bir
haber almayı bekliyorum. Tekrar konuşabilir miyiz sorusunu görmek istiyorum.
Sonra başlıyorum kurmaya kafamda ve eksikliğini artık neredeyse hiç hissetmesem
de, düşüncelerim yine sana gidiyor. Söylenecek hiçbir şey kalmadı mı artık
yani? Seçimin bu mu gerçekten? İnanamıyorum buna. Bu kadar sıradan, bencil
nedenlerle kararını vermen içimi acıtıyor, korkuyorum. Zaten beni her zaman
korkutuyorsun biraz. Bazen karşılaştığımızda, suratına bağırıp kaçmak istiyorum
arkama bakmadan. Ama hiçbir zaman karşılaşmıyoruz aslında. Birbirimizin
yanından geçsek bile görmüyoruz sıkıntılarımızdan, planlarımızdan, öğrenmenin
artık giderek zorlaşmasından, insanlarla uğraşmanın bir yük haline gelmesinden,
zevkin azalmasından, boş zamanın imkânsızlığından.
Öfkeliyim. Anlıyorum biraz da belki, ama çok
az.
Sürekli okuduğum bir konuşması var David
Foster Wallace’ın. İki genç balığın yaşlı bir balıkla karşılaşmasını anlatıyor.
Yaşlı balık geçerken hallerini hatırlarını soruyor, “Su nasıl?” Genç
balıklardan biri, bir süre sonra dönüp arkadaşına soruyor: “Su ne ola ki?”
Yine de, kesinlikle umut değil.
Mide bulandırıyor, artık komik bile değil.
https://www.youtube.com/watch?v=8CrOL-ydFMI
http://songmeanings.com/songs/view/4692/
https://www.youtube.com/watch?v=8CrOL-ydFMI
http://songmeanings.com/songs/view/4692/